Telefonu olmadığı için
sevinecekti eğer dışarıdan gelen ağıtla öğrenmeseydi babasının öldüğünü. Belki
filmlerde gördüğü gibi olurdu eğer o ağıtta olmasaydı, kapıya bir araba
yaklaşır, üniformalı biri iner araçtan ve üzgünüz derdi. Öyle deseydi de en az
şimdiki kadar üzülecekti oysa. Kaçak mal getiriyordu babası üç kuruş için. Babasının
yeni aldığı ayakkabıya takıldı gözü, sanki o ayakkabı yüzünden ölmüştü babası. Sonradan
öğrendi ki aslında sadece babasını değil amcasını, kuzenini ve başka birçok
abi-amca dediği insanı yitirmişti bir gecede. Örnek aldığı, sevdiği, hayatına
yön veren bütün erkekler gitmişlerdi. Ya hızlı büyümeliyim ya da onların yanına
gitmeliyim diye geçti aklından ama sonra hemen ikinci fikri çıkardı aklından,
ölenler arasında yer alan kuzeni intiharın büyük günah olduğunu söylemişti.
Babası da başkasının hakkına girmenin günah olduğunu.
Köyde tüm kadınlar ağıt
yakıyorlardı köy meydanında ki zaten pek erkek kalmamıştı, çok yaşlılar ve çok
genç olanlar dışında. Dedeler de ağlıyordu, ne olduğunu anlayamayacak kadar
küçük olan çocuklarda. Sanırım sadece o ağlamıyordu, yumruğunu sıkmış yere bakıyordu.
Dizlerinin üzerine çöktü, babasının kokusunu duydu, ona onu sevdiğini
söylüyordu amcası.
Ufka baktı aklından geçen tek bir
cümle vardı “baba o ayakkabıyı istemiyorum artık, sen gel, sadece sen gel…”