30 Ekim 2013 Çarşamba

Beklemek Üzerine

- Beklemekten ömrüm çürüdü.
+ Neyi?
- Bilmiyorum, bilsem beklemez gider alırdım.
+ Nasıl yani?
- Bu soruya nasıl cevap vereceğime emin değilim. Bekliyorum bişeyi ama neyi beklediğimi bilmiyorum, bu yüzden aslında beklediğimden de emin değilim.
+ Kafam karıştı.
- Emin ol benimki kadar karışık değildir. Bir eksiklik var, demek ki gelmesi tamamlanması gereken bir şey var. Ama ne eksikliği ne de gelmesi gerekeni biliyorum.
+ Sadece eksikliği hissediyorsun öyle mi?
- Basite indirgersek öyle denilebilir. Aslında bu his sürekli değil, sürekli bir boşluk hali yada sürekli bir istem hali değil. Zaman zaman gün yüzüne çıkan enteresan bir hissiyat.
+ E o zaman çok uzun süre beklemiyorsun aslında, zaman zaman bekliyorsun?
- Zaman zaman bekliyorum ama sanki aynı şeyi bekliyorum. Ama hiç gelmeyen ve gelmeyecek bişeyi bekliyorum gibi.
+ Gelmeyeceğini biliyorsan neden bekliyorsun?
- Belki gelir diye, ya da en azından neyin geleceğini neyi beklediğimi anlarım diye, hem sanki elimde beklemek.
+ Tamam kızma, velev ki geldi diyelim aslında hiç gelmeyecek olan, neyi beklediğini bilmiyorsun geldiğini nasıl anlayacaksın?
- Eksiklik tamamlanacak o vakit, geldiğinde merhaba diyecek değil elbette, ama hissettiğim eksiklik sona erecek. Eksiklik yoksa ihtiyaç ve dolayısıyla beklemek de yok. Sen beklemiyor musun?
+ Çok şükür beklemiyorum. Ben otobüs gelmese beş dakika sinirlenen bir adamım, gelmesi meçhul olan bişeyi beklemeye tahammül edemem. Sana hep imrenirdim ne sabırlı adam diye ama geçti, zordur beklemek.
- Alıştım yılda bir kaç hafta beklemeye. O bir kaç hafta ne zaman geliyor belli olmuyor ama geldiğinde bekliyorum bekliyorum sonra gelmiyor ve eksiklik hissi kayboluyor. Belki eksiklik hissi beklemek ihtiyacından. Yani aslında beklemeyi bekliyorum ve yeterince bekleyince beklemeye olan ihtiyacım kayboluyor ben de beklemekten vazgeçiyorum.
+ Aynı cümleyi bir daha kuramayacağına bahse girerim. Sınırsız beklemesine.
- Yokum...







11 Eylül 2013 Çarşamba

Hayal gücü yada hayat gücü

Büyüdükçe hayal gücümüz iğdiş edilmiş, kurumuş ve çatlamış. İğdiş etmek hep kullanmak istediğim bir kavramdı ama hayal gücüm için kullanınca acı verdi. Çatlayan hayal gücü yerine gerçeğin saçmalığına bırakmış. Unutulmamalı ki gerçeğin saçmalığı haya gücünün saçmalığını döver. 

Çocukken, sevdiğim yada sevmediğim şeylerin karşılığını doğrudan veremediğim için sanırım, büyüklerin reenkarnasyon dedikleri bişeye inanmıştım. Mesela çok bağıran sinirli adamların sonraki hayatlarında benim ayakkabılarım olduklarına inanıp her giyişimde onların ağızlarına topuğumu geçirdiğimi düşünüyordum. Cidden rahatlatıcı bir düşünceymiş şimdiki çaresizliğime bakınca...

Kuruyan hayal gücümün çatlaklarından akıp giden yaşama sevincimmiş. Bunu farketmem baya zamanımı aldı, santim santim büyüyen çatlaktan damla damla akan ve kaybolan yaşama sevinci. Onun yarattığı boşluğu dolduran gerçeğin saçmalığı. Ama farketmenin en güzel tarafı farkettiğin kötü bişeyi durdurmak için çabalayabilmen. Tüm yaşama sevincimi kaybetmeden farkettim çatlakları ve tamire giriştim. Çabalarken hatırladım çocukken kurduğum hayalleri, mutlulukları ve küçük intikamları. Kimseye gerçekten acı çektirmeden aslında onlardan intikam alabiliyordum.Çocukluğum aklıma gelince süt istedi canım, nesquikli.

Hayal gücü kuruyan insanlar gördüğümde üzülüyorum ve onları uyarmak istiyorum, ama haya gücü kurumuş insan uyarıldığında çok kızıyor. Bu kızgınlık geçtiğinde olanı farkedenlerden hemen mücadeleye başlayanlar kurtulabiliyor hazin sondan.

Bırakın çevrenize uymayı, kıvamında delilik iyidir, kimseye zarar vermeden kimsenin size zarar veremeyeceği miktar delilik. Onlar delilik diyecekler buna siz kendiniz olmak diyeceksiniz, ki sizin tanımınız daha doğru. Hayal gücünüzü kullanmaktan bıkmayın, o sizi kabul edilebilir bir miktar delirtir zaten. Yine ayakkabılarınızın kötü adamlar olduğunu düşünün mesela, havluların önceki hayatlarında türlü kötülükler yapmış adamlar olduğunu. Ya da nutella kutularının eskiden süper insanlar olduğuna. Böylece rahatlayacak ve dünyayı anlamayacaksınız. Bu sizin kazandığınız zaman olacak...







2 Temmuz 2013 Salı

Kısa Bir Düğün Hikayesi

Bir kır düğünündeyim, herkes çok keyifli, şarkılar söyleniyor hep beraber, çocuklar koşuşturuyorlar sağa sola. Sanki sadece gelin ve damat için değil herkes için hayatlarının en mutlu günü gibi. Masaların arasında koşuşturan garsonlar bile mutlu görünüyorlar ki buna çok şaşırıyorum, genelde suratsız olurlar. 
Gelin ve damat masaları geziyorlar tebrikler ve elbette takılar için. Herkes büyük bir aşkla tebrik ediyor çifti sanki kendi evliliklerinde çok mutlularmış gibi. Masalarda bulunan bekarlara manalı bakışlar bazen de ufak takılmalar eşliğinde devam ediyor tebrik ve takı merasimi. Çiftin yüzü giderek düşmeye başlıyor, sanırım yorulmaya başladılar. Herkesi mutlu etmekten mi yoksa fiziksel olarak mı yoruldular bilmiyorum. Bir sürü insan tarafından, ki büyükçe bir kısmını tanımıyorlar,öpülmenin verdiği kötü hissiyat ile ilerliyorlar masaların arasında. Yanlarında bulunan gelinin kız kardeşinin elindeki torba hızla doluyor. Sanırım hasılat iyi diye düşünüyorum. İstemsizce cebimdeki altını yokluyorum. Allahtan altın fiyatları düştü, yoksa sezon zor geçecekti benim için. Çift bulunduğum masaya yaklaşıyor, her düğünde olduğu gibi bekar erkeklerin masası en sonda. Gelini usulen tebrik ediyor damada sarılıyorum. Damadın kulağına eğilip tebrik ediyor, standart düğün densizliklerinden yapmıyorum, yeterince maruz kalmıştır zavallı. Neyse ki koşar adım yaklaşan aile büyüklerinden biri çifti zorla masaların arasındaki boşluğa çekip dans etmelerini sağlamak için kollarına giriyor da ayakta uzun süre kalmak zorunda kalmıyorum. 
Mutlu şarkılar çalıyor hep orkestra ve bu mutlu şarkılar herkesi mutlu ediyor. Herkesin aynı anda mutlu olmasını mümkün görmediğimden ben mutsuz olmayı seçiyorum bu şarkılarda. Bir ezgi düşünün her duyanı mutlu eden ama sizi hüzne boğan. İşte o ezgiyi duyup da mutlu olduğunuz gün hayatınızda bir şeyler gerçekten kötü gidiyordur.




4 Haziran 2013 Salı

Benden bu kadar...

Sizin hiç yüreğiniz yandı mı? Kalbiniz gerçekten kırıldı mı? Sevdiğiniz kadından ayrılmaktan bahsetmiyorum, sevdiğiniz insanların kaybından da. Bir annenin evladını kaybettiğinde yaşadığı acıyı yaşayabileceğinizi düşündünüz mü? Bir sabah ansızın bir komşusunun kapısını çaldığını görerek gülümseyerek kapıya yönelen boşnağın komşusu tarafından vurulurken yaşadığı hayal kırıklığı dolu yürek yanmasını yaşamaya yaşatmaya cesaretiniz var mı?

Bu aralar aynaya bakıyor musunuz mesela? Baktığınızda fantastik Amerikan filmlerinde olduğu gibi içinizi, ta derinliklerinizi görebiliyor musunuz? Nefretinizin kaynağı sanmıyorum ki çocukluğunuzda ailede gördüğünüz şiddet olsun. Hatta eminim birçoğunuz el bebek gül bebek büyütülmüşsünüzdür. Anneleriniz tırnağınıza taş değse ağlayacak hale gelmişlerdir. Futbol maçı izlerken hafif sakatlanan futbolcunun annesinin hissettiklerini düşünüp üzülen annelerin evlatlarıyız biz.

Dağınık yazıyorum zira toparlayacak ne gücüm ne umudum var bizlere dair. 30 yıldır yaşadığım topraklardan artık soğudum, aynı otobüse bindiğim, aynı takımı tuttuğum, aynı kahvede oyun oynadığım insanlardan. Dostlarımdan soğumadım ve imtina ettim ne hissettiklerini bilmemeye. 28 Şubat sürecinde meydanlarda dayak yediğimde kızmıştım, ablam okuldan atıldığında, babam sürülüp üstüne ağır cezada yargılandığında çok ama çok kızmış, dayak yediğimi unutmuştum ablamın gözyaşlarını gördüğümde. Aynı gözyaşlarının akmasına sebebiyet vermemeye söz verdim biraz sakinleşince. Hırs ve nefret eksikliği var bünyemde belki, size göre fazla hümanist, imanı zayıf, light vs olabilirim bilmiyorum ama sakin kalabilmenin, vicdanınızın nefretiniz önünde kalmasını sağlayacak şey olduğunu buldum.


Bende değil komşumu öldürmek köpeğine hoşt diyecek bana göre anlayış, belki size göre yürek yok. Kalıp değiştirmeye çalışacak ne enerji ne umut da yok. Birbirinden nefret eden insan sayısının nefret etmeyen insanlardan kat kat fazla olduğu bu topraklar benim ümidimi bir karadelik gibi soğurdu. Lanet olsun ki henüz gidemiyorum, ya da evime kapanamıyorum. Çok fakir olup sadece karnımı doyurmakla ilgilenemiyor ya da çok zengin olup başka meselelere yoğunlaşamıyorum. Orta sınıf problemi yaşıyor hayatla ilgileniyorum. Eskiden olsa size ağlamayı tavsiye ederdim, kalbinizi yumuşatırdı belki ama artık ilgilenmek istemiyor size nefretinizde başarılar diliyorum. Aman ha kendinizle mücadele etmeyin, olur da daha farklı insanlar olursunuz…


7 Mayıs 2013 Salı

Öleyazmak

        Vurulmak çok garip bir duyguymuş, sanırım ilk defa yaşadığımız bütün duygular başta çok garip geliyor, ama sadece bir anlığına. Sonra duyguya hemen alışıyor insan ve o duygu daha önce tadını bildiği diğer duygulardan farksız bir hal alıyor. Bir kere vurulduktan sonra baştaki şok geçince can yanmasını bir tarafa bırakırsanız soğuğu ve sıcağı aynı anda hissediyorsunuz, akan kan vücudunuzun dışında sıcaklık hissi yaratırken içiniz soğuyor. Basitçe soğuk suda yüzerken işemek gibi aslında. Sıcaklık git gide yerini iç üşümesine bırakırken hayatınız film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor demeyi çok isterdim. Elbette geçmiyor ki zaten o kadar zamanınız olmadığını biliyorsunuz. Öldükten sonra yaşadığım hayatını ölürken hatırlamamın bir faydası olacağını da sanmıyorum. Amerikan filmlerindeki gibi ölmek üzereyken aptal aptal espriler şakalar falan yapmak da aklınıza gelmiyor, insanlar beni gülerken hatırlasın falan diye de düşünmüyorsunuz zira insanlar sizi nasıl hatırlamak isterlerse öyle hatırlıyorlar. Hem insanlar balık hafızalı mı ki sadece son anınızı hatırlasınlar.
     Neden vurulduğumu bilmiyorum ama karın boşluğumdan vurulduğumu bilecek kadar bilincim yerinde. Nedense aklıma o an midem geldi, acaba çok hırpalanmış mıydı? Rahmetli eniştem geldi aklıma mide kanseri sebebiyle midesinin tamamı alınmıştı ve ince bağırsaktan midemsi yapmışlardı yerine, tıp çok ilerledi diye düşündüm belki beni de kurtarırlardı. Ölmek üzereyken, ki aslında ölüp ölmeyeceğimi ya da yaramın ne kadar ölümcül olduğunu bilmiyorum, aklına bunlar gelen bir insan bence kurtarılmamalı. Bir hatıran ne bileyim gözünün önüne gelecek sevdiğin kadın silüeti yok mu? Kelime-i şehadet getirmeyi de mi düşünemedin derler adama. Belki de bu yüzden kurtarılmalıyım ki tekrar ölüme yaklaşma şansım olursa doğru şeyler yapayım. Hem insan hata yapabilir neticede her gün ölümle yüzleşmiyoruz değil mi? 
    Eve varıp yiyeceğim yemeği düşünürken gördüğüm kuruyemişçiye uğrayıp çekirdek alsam mı diye düşünürken karnımda sinek ısırığı gibi bişey hissettim önce. Sinek dediğime bakmayın olsa olsa at sineğidir bu acıyı veren. Sonra az önce bahsettiğim ılıklık ve soğukluk. Acaba o çekirdeği alsamıydım, kurtulursam bu hikayeyi anlatırken çitlerdik tabi bir midem kaldıysa...







10 Nisan 2013 Çarşamba

Vejetaryen Serengeti Aslanı


Merhabalar, beni dinlemek isteyip istemediğinizi bilmiyorum, neticede sıkıcı bir hayatım var. Ben dünyadaki tek vejetaryen serengeti aslanıyım ve bir vejetaryen aslanın hayatı ne kadar eğlenceli olabilirse benimki de o kadar heyecanlı işte. Muhtemelen vejetaryen aslan nasıl olur diyorsunuz ama emin olun bu sorunun cevabı bende de yok. Doğduğumdan beri et yiyemedim, annem bunun bir rahatsızlık olduğunu söylerdi başta, çünkü et yiyemeyen bir aslan olsa olsa hastaydı. Daha sonra sürüden dışlanmamam için benim seçilmiş olduğum yalanını ortaya attı, albino bir zenci için kullanılan yalanın aynıydı bu ve sanırım yakınlardaki bir kasabada yaşayan insanlardan öğrenmişti annem yalan söylemeyi.  
Sürüye avlanmada yardım ediyordum evet ama sadece avı uygun yere kadar kovalayarak. Asla ısıramıyordum ki zaten çenem de diğerleri kadar kuvvetlenmemişti. Yaşıtlarım et yedikleri için benden hızlı geliştiler, ben ise zayıf bir aslan olarak hayatıma devam ettim. Belgeselciler gelmişti bir keresinde mekânımıza, sadece avlanma görüntüleri çekip gittiler, hatta aralarında benimle ilgili kıs kıs güldüklerini bile işitmiştim. Neymiş efendim benim doğam et yemekmiş, ne saçma bir aslanmışım falan. Yıllarca aslanlardan da bunları duyduğum için garipsemedim ama daha yetkin bir canlı olduğu iddiasındaki insanların farklılıklara bu kadar tahammülsüz olduğunu görmek dünyanın geleceği adına beni endişelendirdi. Bu endişeler vejetaryen olmamla alakalı sanırım zira karnımı doyurmak için avlanmak zorunda olmamak bana düşünmek için olukça fazla hatta gereksiz fazla zaman kazandırıyor.
Takdir edersiniz ki bir süre sonra sürümden yani ailemden ayrılmak zorunda kaldım zira albino bir zenci kabilesi için neyse yada Musevi olmaya karar vermiş bir nazi subayı, ben de oydum. Et yemeyen bir aslan. Karnımı doyurma sıkıntısı çekmiyorum, ağaçlardan beslenebilecek kadar çevik yerdeki otları yiyebilecek kadar kısayım. Temel sıkıntım konuşacak kimsenin olmaması. Aslında kimsenin beni anlamayacağını biliyorum ama her şeye rağmen benimle konuşmayı kabul edecek biri. Irkımın ezeli düşmanı olan bir zebra ya da antilop bile olabilir. Bir ara bir timsahla kısa bir sohbetimiz olmuştu, ta ki beni yemeye çalışana kadar. Vejetaryen olanın ben olduğumu unutmuşum.
Bu farklılık ve yalnızlıkla ortalamadan kısa bir ömür süreceğimi biliyorum. Doğama karşı çıktığım söyleniyor, eğer o benim doğam olsaydı karşı çıkamazdım kimse bundan bahsetmiyor. Ben diğerlerinin doğam zannettiği şeye karşı çıkıyor ama yaradılışımın gereğini yapıyorum. Kendimi biliyor en azından bilmeye çalışıyorum. İşte bu yüzden ortalamadan kısa da olsa, yalnız da olsa, yaşamaktan keyif alıyorum. 


2 Nisan 2013 Salı

Profesyonel Yaşamacılık


Soru sormayı bırakalı çok uzun zaman oldu. Sorduğum soruların anlamlı cevaplarını alamamak soru sormanın aslında anlamsız olduğu anlamına geliyor sanmıştım başlarda, yanlış yere sorular sorduğumu anladığımda alacağım cevapların pek bir işime yaramayacağı zamanlar gelmişti. Artık sadece yaşıyordum, profesyonel yaşayıcı olmuştum. Yaptığım işten yani yaşamaktan keyf almak yerine tamamen profesyonelce yaşamayı tercih ediyordum. Soru sormayı bırakalı bu profesyonellik işine yöneldim. Oldukça basit bir işti, sadece düzenli nefes alıp vermen ve acıktığında yemek yemen gerekiyor. Elbette yemek yiyebilmek için para kazanman, bunun için çalışman, iyi yemekler için iyi işler bulman, iyi işler için iyi okullarda okuman vs vs… Çok zor gibi geldi yazarken ama aslında belli bir düzenle oldukça kolay bir iş. Aslında yapmaman gerekenler daha zor. Keyfe keder yaşayamazsın, çok üzülüp fazla sevinemezsin, her şey profesyonelliğinin izin verdiği ölçüde olmak zorunda. Aşık olmak yerine uygun olanla hayat yaşamak tercih edilir profesyonellerce, ya da çok para kazandığın plaza işlerini bırakıp bir sahil kasabasına yerleşmeniz pek hoş görülmez ki zaten bu hareketi profesyoneller asla yapmazlar.
Profesyonellerin yaşam tarzları da farklılık gösterir, ama hepsinin temel özelliği soru sormamalarıdır. İçine doğdukları kültür profesyonellerin yaşam tarzlarını belirler ve yaşam tarzı farklılıkları profesyonel yaşamacıların kariyer hikâyelerini belirler. Ya hayattan çok zevk aldığını sanan profesyonellerden olacaklardır ya da gerçek birer profesyonel.
Bir profesyonel yaşayıcı hayata ve kendine dair sorular sormaya başladığında artık asla o eski profesyonel tavırları sergileyemez. Artık bir risk içerisindedir. Hayat onu çok üzebilir.  Profesyoneller risk almayı sevmezler ve almadıkları risklerin sonucunda sıradan hayatlarında az mutlu ve az mutsuz şekilde yaşamaya devam ederler.
İşte biz profesyonel yaşayıcıların hayatının özeti budur. Tedbirli olmak saplantısıyla, kendimizi ve hayatı tanımaktan korkmayla başlayan kariyerimiz normal birer insan olmamızla sonuçlanır…



10 Mart 2013 Pazar

Karanlık Nokta


İçinizdeki karanlık noktanın nerede olduğunu buldunuz mu? O nokta aklınızda mı yoksa yüreğinizde mi? Mantığınızın karanlık bir tarafı mı var yoksa? Belki merhamete dair sorunlarınız vardır ki bu karanlık noktanın yüreğinizde olduğunu gösterir. Temel mesele o karanlık noktanın, ki sadece bir taneyse, nerede olduğunu tespit etmektir. Yaptığınız bu tespit karanlık noktanın neden karanlık olduğunu anlamanıza yardımcı olacaktır. Neden karanlık olduğunu anladığınızda noktayı aydınlatmak için çalışmalar başlayabilir eğer geç kalmadıysanız. Karanlık noktanın varlığını farketmeniz uzun sürmüş veya hatta henüz farketmemiş olabilirsiniz, muhtemelen bir süre sonra geç olacak ve karanlık nokta aramak yerine aydınlık noktalara odaklanmak zorunda kalacaksınız.
Çocukluk deneyimleri, inançlarınız, hayata bakışınızı şekillendiren diğer tüm alışverişleriniz bu karanlık noktanın yerini ve büyüklüğünü belirliyor muhtemelen. Sevgi ile mi büyütüldünüz, korku ile mi, ya da sizi sürekli aşağılayan bir komşu çocuğu oldu mu hayatınızda? Bu ve benzeri soruların cevapları yaşamayı tercih ettiğiniz hayat patikasını neden tercih ettiğinizi gösterebilir size. Size gösterebilir zira siz eğer kendinizi kandırmayı bırakabilirseniz sizi en iyi tanıyan insansınız.
Şimdi hayatınızın nasıl gideceğine dair endişelerinizi bir tarafa bırakın ve hayatınızın nereye gitmesini istediğinize karar verin. Sabah kalktığınızda kendinizi nerede görmek istersiniz aptallığına giriş yapmayacağım sakin olun. Hayatınızın nereye gideceğine karar verin derken sizden bahsediyorum, aslında daha iyi bir inan olabilir misiniz? Daha merhametli? Ya da daha az cimri? Belki kendinizi daha az üzmelisiniz, veya daha bencil olabilirsiniz. Önemli olan ne olmak nasıl olmak istediğiniz, inançlarınız, yaradılışınız, çevresel etkenler vs vs birleşerek size hem bir şekil hem de bir düşünme sistematiği kazandırıyor ve sizin yapmanız gereken bu şeklin ve sistematiğin gerçek size uygun olup olmadığını araştırmak. 


27 Şubat 2013 Çarşamba

Sayenizde...

Bu hayat sanki sizin için yapılmış, ilk defa birine bu kadar yakıştığını gördüm dedi satıcı, ama onun tereddütleri vardı.  Satıcı heyecanlı gözlerle bakıyordu gözlerin içine ve anlatıyordu, bakın çok eğleneceksiniz, bütün gözler sizin üzerinizde olacak bu hayatla birlikte dedi. Bu dakikadan sonra sanki sağır oldu veya büyülendi, satıcı anlatmaya devam ediyordu ama onu duyamıyordu. Herkes bana bakacak diye tekrarladı içinden ve satıcıya dönerek "kalsın almıyorum" dedi büyük bir özgüvenle. Satıcı şaşırmıştı, en ikna edici cümlelerini sıralarken muhattabının gururuna böyle bir karşılık alması onu çok şaşırtmıştı, daha önce bu dükkana girip eli boş çıkan olmamıştı, tam bir efsaneydi satıcılar arasında. Noldu diye soru neresini beğenmediniz bu hayatın? Beklemediği kadar kararlı bir cevap aldı "herkesin bana bakmasını istediğimi nereden çıkardınız?". Satıcı ilk defa böyle bir müşteriyle karşılaşıyordu, "ama herkes ilgi çekmeyi sever" dedi çaresizce. 
Kendisine verilmiş hayatı yaşamıştı yıllarca, içinde rahat olmadan, mutlu hissedemeden, değiştirmeye gücü yoktu çünkü çok sevdiği insanlar vermişti bu hayatı ona. Ama rahat değildi işte... Değiştirmek için tüm gücünü topladı ve hayatını üzerinden atmaya karar verdi. Yeni bir hayata ihtiyacı vardı ama ciddi bir sorun bekliyordu ufukta. Yeni bir hayat edinecek güç... Daha önce çok da istemeyerek üzerine aldığı daha doğrusu üzerine verilen hayat hiç de memnun etmemişti onu. Kısa zamanda kendini salmış artık içinde yaşanmaz bir hal almıştı. Dünyanın fedakarlığını yapıp aldığı hayatı daha keyfini çıkaramadan atmak zorunda kalmıştı üzerinden. Bu sefer iyi düşünecekti, boşa fedakarlık edecek gücü kalmamıştı. Mevcut hayatıyla yaşamak çok güç istiyor ama hiç enerji vermiyordu. Ve karar verildi, bu hayat değişecekti...




25 Şubat 2013 Pazartesi

Karmaşa...


Ya biri beni durdursun ya da onu… Bir duvara doğru yüksek hızla seyreden bir arabayı kullanıyorum. Duvarda bir çatlak görüyor ve direksiyonu oraya doğru kırıyorum, hani belki orası duvarın zayıf noktasıdır ve gerçekten sert bir darbeyle duvarı yıkıp arkasına geçebilirim umuduyla… Duvarın arkasından bir parlaklık yükseliyor, güneş ışığı gibi değil huzur veren bir ışık gibi… Belki ölürken göreceğimiz ya da bayıldıktan sonra ayılmaya başladığımız an gördüğümüz gibi. Sanırım gülümsüyor, çünkü ancak o gülümsediğinde böyle bir ışık yayılır gökyüzüne. Gülümsediğini bilmek mutlu ediyor ama aynı zamanda arabanın hızının artmasına sebep veriyor. Biliyorum bana doğru koşmak istiyor ve fakat duvar yolunu kesmiş, o duvar ya yıkılır ya da ben duvarın bu tarafında helak olurum. O duvar yıkılmazsa eğer o belki gülmeye devam eder ama eskisi gibi değil, mutlu olmaya devam eder ama her zamanki gibi değil…

Olmak istediğimizle olduğumuz arasında farklar var bolca. O farklar belki de bu duvarları yaratan. Olmak istediğimizi neden istediğimizi bilmek ya da ne kadar istediğimizi, işleri kolaylaştırabilirdi. Ne için nelerden vazgeçersin? Ya da kimlerden? Ne olmak istiyorsun kalan zamanında, neler yapmak, nelere inanmak ya da nasıl değişmek? Ya da ilk soru istiyor musun? İstemiyorsan hiç deneme derdim ama ne yöne değişmeyi deneyeceğini bilmiyorum. Dua etmeli insan ve daha iyi biri olmak için çabalamalı, iyi tanımı nedir sizin için bilmiyorum ama benim için salih amel işleyen ve sabrı tavsiye eden demektir.

Dağınık bir yazı oldu zira dağınık bir anıma denk geldi. Değişmek isteyenin Allah yardımcısı olsun. Zira oldukça zor ama başarılırsa çok keyifli…



12 Şubat 2013 Salı

Bilinçaltı...


Özledim yıllardır görmediğimi, nereden geldi aklıma neden geldi neden hala gitmedi ve nerede saklandı bunca zaman bilmiyorum ama geldi ve şimdilik kalıyor sanırım… Belki ve inşallah kısa bir ziyarete gelmiştir. Saklanmamıştır da gelmiştir dışarıdan, hem içeride ne ile beslenecekti ki bunca zamandır. Lanet olası bilinçaltım beslemiş olmalı ki ona bunu yapmamasını defalarca söyledim. Altına söz geçiremeyen bilince ihtiyacım yok dedim ama tamamen bilinçsiz kalmaktan da korkuyorum sanırım. Bilinçaltın besler bişeyleri biliyorum ama ben bilinçaltımı beslememek için uğraşıyorum, o beslendikçe istemediklerimi besliyor. Bilinçaltı tam bir hain, hem benim bilincimden besleniyor hem de bilincimi kaybettiren hatırlatmalar yapıyor. Sistemin kendi içinde yarattığı bir virüs bir bug sanki.
İnsanın bilinçaltında olanlardan haberi olsaydı ama onlara müdahale edemeseydi ilginç hikayeler yazılabilirdi. Bilincin beslediği altı nelere gebe görmek korkunç ve belki çok komik olabilirdi. Böyle habersiz ataklar yerine film izler gibi izleseydik bilinçlerimizi altındakileri. Böylece kendimizden nefret eder ve belki düzelme konusunda kendimizi geliştirebilirdik, şimdi sadece hazırlıksız yakaladı diyoruz…





4 Şubat 2013 Pazartesi

Sorular

Asla cevap alamayacağım sorular sormak gibi bir manyaklığım neden var? Uzun uyanıklıkların ardından gelen bilinç kayıplarını mı özlüyorsun zaman zaman, ya da uzun süre spor yapmadıktan sonra depar atıp bütün bilincinin ve metabolizmanın dengesini yitirmeyi mi? Derdinin ne olduğunu bilmeden sebepsizce üzüldüğünü düşündüğün oldu mu acaba? Birine hakettiğinden fazla değer verdiğini kesin düşünmüşsündür de acaba doğru kişi için düşündün mü bunu? Saatlerce susuz kaldıktan sonra litrelerce suya yumulup su kusana kadar su içmenin çocukluğunda istediklerini alamamış olmanla bir alakası olmadığını farkettiğinde kaç yaşındaydın? İdrar torban seni uyandıracak kadar şiştiğinde tuvalete kalkmak yerine uykunun içine edilmesine izin vermenin sebebi sadece üşengeçlik olamaz biliyorsun değil mi? En çok sorduğun soru "neden ben" farkettin mi? Sence neden sen peki hiç düşündün mü? Ya da neden sen olmayasın diye çabaladığın oldu mu? Sinirlendiğin, küfrettiğin, hırsından ağladığın ya da eline geçenleri duvarlara fırlattığın günleri düşündün mü hiç? Bir işe yaramış mı o kadar sinir seni yaşlandırmaktan başka? Şükretmeyi bilmediğini söylemiştin bir defasında, öğrenebildin mi ya da öğrenmek için bir çaba gösterdin mi? Yanından geçen arabanın yolda biriken suyu üzerine boca etmesiyle bastığın küfrü aklında tut ve hayatının içine ettiğin insanların sana öyle hitap ettiklerini düşün desem sen de bir karşılık bulabilir miyim? Mesela çocuğu soğuk sokaklarda dilenen annelere kızarken o annenin sadece kendi çocuğunun hayatını mahvettiğini oysa kötü yetiştirilmiş bir çocuğun bir sürü kötü zamanın müsebbibi olduğu geldi mi aklına, kötü yetiştirildiğini düşündüğün oldu mu? Hep hayatın anlamının ne olduğunu merak ederdin, kendinden başka bir cevap bulabildin mi? Hayatın merkezinde sen olmadığını öğrendiğinde bunu kabullenebildin mi yoksa intiharı düşündüm mü? 



30 Ocak 2013 Çarşamba

Hikayeci vs Şair


Oturduğu yerden büyük bir hızla doğruldu, heyecanla masanın başına geçti, eline geçen ilk kalemle önündeki boş sayfaya telaşla bir şeyler yazmaya başladı. Yüzünde bir gülümseme belli belirsiz kendini gösterip geri kaçıyordu sürekli. “Yine ne saçmalıyorsun” dedi şair heyecanından bişey kaybetmeden yazmayı sürdüren öykücüye. Güldü öykücü alaycı bir ses tonuyla “saçmalamak sizin uzmanlık alanınız biz olsa olsa kötü yazarız” dedi. Bu saldırıyı beklemeyen şair avına saldırmayı bekleyen dişi aslan gibi olan egosunu öykücünün üzerine salacak fırsatı yakalamıştı. “Bir öykücü ne anlatır ki” dedi, “sizin sayfalarca anlatamadığınızı biz bir mısrada özetliyoruz”. Öykücü durakladı, aslında şair haksız sayılmazdı ama eksikti anlattıkları. Bir aşkı ya da ayrılığı belki tek cümleyle, doğru kelimeleri arka arkaya sıralayarak çok kısa ve anlamlı anlatabilirdi bir şair ama neden ayrılındı neden sevilmişti kısımları hep eksik kalacaktı. İşte hikayeci bu kısımlarla da ilgileniyordu. “Siz cerrah gibisiniz, sadece hastalığın olduğu kısımla ilgilenirsiniz, oysa biz öykücüler olayların bütününe bakarız” dedi şairin yüzüne bile bakmadan. “Bizim sayfalarca anlattığımız ayrıntıları siz anlatmaya kalksanız yazdığınız şiir ömrünüzün tek şiiri olur” dedi öykücü şaire hiç duraksamadan. “Çok şeyi az kelimeyle anlatıyoruz, aptala anlatır gibi anlatmıyoruz, o duyguları yaşayanların anlayacağını şekilde anlatıyoruz biz” diye sert bir karşılık verdi şair. “Kelime başına düşen duygu yoğunluğu şiirde her zaman daha fazladır” dedi öykücü “ama hikayede kelime başına düşen ayrıntı çok daha fazladır”. Şair duraksadı, kitaplıktan bir kitap çekip aldı sayfaları karıştırırken düşünüyordu öykücünün söylediklerini. “Siz mutsuzluktan besleniyorsunuz, oysa biz oldukça mutlu olayları anlatabiliyoruz” dedi öykücü. Şair gülümsedi “trajediler insanlara uç duyguları yaşatır, ama siz bunları görecek durumda değilsiniz” dedi. “Mutlu bir insan normaldir, ve normali herkes bilir, oysa mutsuz olan insan doğasına aykırı davranmış olur ve anlatılacak bir hikayesi vardır” diye devam etti. “Mutlu olmak normal ve insan doğasına uygun olansa eğer neden mutludan çok mutsuz var ve neden öyküden çok şiir ilgi çekiyor” dedi öykücü. Kapı zilinin gürültüsü son kelimeleri zor duyulur hale getirmişti. Şair kapıya yöneldi, gelen evin üçüncü üyesi olan gerçek bir hayatı ve işi olan ev arkadaşlarıydı, “ne tartışıyorsunuz yine” dedi, “şair ve öykücü muhabbeti mi yine?” diye cevabını istemediği belli olan soruyu yöneltti. Sonra sinirli ve alaycı bir gülümse ile “elma ile armudu karşılaştırmayı bırakın ve gidin bi çay koyun da içelim” diyerek odasına doğru yöneldi…




24 Ocak 2013 Perşembe

Misafirlik

Ev Sahibi;


Sabah her zamankinden erken uyandı Özge, ilk defa kendi evinde kalabalık sayılabilecek bir misafir grubu ağırlayacaktı. Daha önce misafirleri olmuştu ama genelde tek kişi ve akraba idi onlar, yani pek misafir sayılmazlardı. Eşi Ahmet hala uykudaydı, Özge uyandırmaya kıyamadı, sadece kendi yapacağı işlerin bir kısmını yapıp daha sonra Ahmet’in yardımı gerektiğinde uyandırmaya karar verdi. Usulca mutfağa doğru geçti, kafasında bir hareket planı vardı ve önündeki 4-5 saatlik zaman diliminin neredeyse her dakikası bu hareket planında bir işe endeksliydi. Misafirlerle ilgili pek bir fikri yoktu zira Ahmet’in çok eski arkadaşlarını ağırlayacaklardı, lakin hiçbiriyle tanışmamıştı daha önce.

Heyecanının büyük kısmını bu gerçek oluşturuyordu, evlendi, hiç bilmediği bir şehre taşındı, ve belki o şehirdeki dostları olan yegane insanları ağırlayacaktı. Eşi dostlarından hep iyi bahsetmişti ve onlarla tanışmak için sabırsızlanıyordu. Çok özenle başladı mutfak işlerine, yapılacak yemekler muhteşem olmalıydı. Önce çay koydu, Ahmet’e seslendi, kahvaltılıkları hazırladı zira doymadan güne başlanmazdı.  Ahmet uyku mahmurluğu ile mutfağa geldi, Özgeye gülümsedi ve içten bir günaydın döküldü dudaklarından.  Hemen kahvaltıya oturdular, Özge’nin çizelgesine uymaları gerekiyordu.

Saatler hızla aktı, koşuşturmaca sonlanmaya yaklaştı, bu arada Ahmet’in telefonu adresi bir türlü bulamayan arkadaşlarca sürekli aranmaktaydı. Özge’nin heyecanı tekrar artmıştı zira koştururken heyecanı oldukça azalmıştı. Az sonra Ahmet apartmanın önüne inerek arkadaşlarını beklemeye başladı. Özge salonda son düzenlemeleri yaparken kapı çaldı.

Misafir;

Bir haftadır bugünü organize edebilmek için uğraşıyordu. Herkes için uygun vakti ayarlayıp ev sahiplerine bildirdikten sonra rahatlamıştı biraz da olsa. Ahmet çok eski dostuydu, ona karşı mahcuptu, düğününe katılamamıştı. Üniversiteden kalma dostlarından hiç biri katılamamıştı. Organizasyon tamamlandı, gün ve saat ayarlandı, hediyeler alındı, misafir olacak arkadaşlarla buluşuldu. Yağmur olarak başlayan yağış kara dönmüştü ve Ahmet ve Özge’nin evleri oldukça yüksek bir yerdeydi. Arabalar park edildi, tek arabayla yola devam edildi lakin onu da cadde üzerinde bırakmak zorunda kaldılar. Hava şartları araba ile devam etmeyi tehlikeli hale getirmişti, eve yakın olduğunu düşündükleri bir noktaya arabayı bıraktıktan sonra yürümeye başladırlar. Bu arada Ahmet ile irtibat halinde kaldılar. Eski günleri hatırladılar, üniversite günlerinde kartopu savaşı yaptıkları bir akşamı andılar, sonra Ahmet’i gördüler, sarıldılar ve eve çıktılar.

Özge ve Ahmet muhteşem bir hazırlık yapmışlardı, evleri çok güzel döşenmişti ama en önemlisi huzur kokuyordu, huzur nasıl kokar demeyin, gerçekten huzur kokan bir yere gittiyseniz anlarsınız. Muhabbet özlenmişti belli oldu hemen, Özge hemen ayak uydurdu eski dostlara. Kahkahalar çayla birlikte yuvarlanırken saatler ilerlemişti. Gitme zamanı gelmişti. Tıka basa dolu mideler ve yüzlerde tebessüm ile tekrarında fayda olduğu hemfikriyle evin ilk misafirleri evden ayrıldılar. Bu ziyaretin tadı misafirlerin damağına kalmıştı. Eminim ev sahipleri de aynı şeyi hissediyordu.

Muhteşem evsahipliğiniz için teşekkürler…









9 Ocak 2013 Çarşamba

Uyanıklık Hali...


Keşke bu kadar güzel olmasaydın, ya da ben seni bu kadar güzel görmeseydim. Gülümsemen küresel ısınmaya katkı sunmasaydı keşke. Sen güldüğünde gerçekten gözlerinin içi gülmeseydi belki o gözler kalbe iz bırakmazdı atların üzerine sıcak demirle basılan damgalar gibi. O kalbin sahibi olduysan kalbe sahip çıksaydın keşke, sahip çıkmayacaksan öyle gülmeseydin.  

Hani seni ilk gördüğüm gün var ya hatırlar mısın bilmiyorum, aramızda 2-3 kişi vardı ve yanımda oturuyordun. Ya da acaba aynı otobüstemiydik, bak ben bile unutmuşum ya da aynı senden bahsetmiyorum. Bir kadın sevdim ama farklı kadınlardı sanırım. Sevdiğim kadının gülümsemesi dünyayı ısıtıyordu ama hepsinin değil. Sevdiğim kadının gözleri iz bırakıyordu, ama hepsinin değil. Sevdiğim kadının sohbeti hiç bitmesin isterdim, ama hepsininki değil. Sevdiğim kadın karşıdan gelirken yoldaki insanlar açılırdı ve ışığından etkilenmemek için yere bakarlardı, ama hepsinde değil.

Kaç kadın sevmiştim acaba, hatırladığım sadece bir ama gerçekten var mı öyle biri onu bile bilmiyorum. Çok güzel sohbet eden bir kadın sevmiştim, çok güzel gülen, çok güzel bakan… Hatta çok güzel seven bir kadın bile sevmiştim. Sonra ne oldu o kadınlara onu da hatırlamıyorum, belki ben kovmuşumdur güzel güleni sohbeti güzel değil diye ya da güzel sohbet edeni güzel bakamıyor diye, hatırlamıyorum.

Sevdiğin kadının resmini çizdirebilir misin bir robot resim uzmanına bir suç işlediğini görsen. Tarif edebilir misin acaba, ben bir kere denedim ve ortaya çıkan sonuç normal bir kadındı ve korktum ben bu kadını nasıl sevdim diye. Neyse ben ilaçlarımı alayım ve uyuyayım tekrar zira uyanıklık bana yaramıyor….




7 Ocak 2013 Pazartesi

Keyifli Bir Yürüyüş

Keyifli bir şekilde yürümeye devam etti, kulağında kulaklıkları vardı ve başında kapşonu. Bu ikili onun üniforması gibiydi artık. Yürümeye başladığında müzik olmazsa kısa sürede yürümekten vazgeçerdi. Yanından geçen çocuğun başını okşadı hafifçe, çocuğu ürkütmemeye özen göstererek. Babasına nazikçe gülümsedi ve hızını azaltmadan yürümeye devam etti. Karşıdan karşıya geçen köpeğin güvenliğinden emin oluncaya kadar durdu, sonra eski temposundan biraz daha hızlı yürümeye başladı durması sebebiyle oluşan açığı kapatmak istercesine. Fırının önünden geçerken taze ekmek kokusu aldığını hayal etti, oysa fırıncının arabasından gelen yanık yağ kokusundan başka koku duyulmuyordu. 3 kuruşa 5 köfte satan saçma lokantanın önünden geçerken liseli gençlerin ona baktığını farketti daha sonra da kendisinin ne yaptığını. Dinlediği şarkıya eşlik etmekle kalmıyor sanki bir sahne performansı sunuyordu. Gençler ona bakıp birbirlerinin kollarına vurarak gülüyorlardı. Sert bir şekilde durdu, gençlere döndü, kulaklıklarını çıkardı. Ortam gerilmiş çocukların kahkahaları yerini gergin bir bekleyişe bırakmıştı. Kafasını kaldırdı, kapşonu çıkardı ve çocuklara doğru reverans yaparak gülümsedi. Yaptığı bu hareket önce tam anlaşılamadı gençler tarafından ama sonra biri alkışlamaya başlayınca ortalık bir anda kahkaha ve alkış gürültüsüne boğuldu. Tekrar kulaklıklarını taktı, kapşonu kafasına geçirdi ve yola devam etti.
Çok hızlı yürüyordu, beraber yürüdüğü herkes bundan şikayetçiydi, o yüzden bir süredir yalnız yürümeyi tercih ediyordu. Zaten biriyle yürürken müzik dinlenemiyor ve sokağın kurallarına uymak zorunda kalınıyordu. Takribi olarak 1 saat yürümeyi planlamıştı ki hep böyle planlar ama yürüyüş 45 dakika sürerdi. Şarkılar birbiri ardına çalmaya devam ediyor hemen hepsine ayak uyduruyordu. Yürüyüşün sonuna yaklaşmış evini uzaktan görmüştü. Yorulmuştu, ama temposunu düşürmeden yürümeye devam etti. Şarkılara eşlik ederek apartmanın önüne kadar geldi. Karşılaştığı yaşlı komşusu hayırdır ne bu neşe diye sordu, gülümsedi ve sadece çok şükür dedi...